Sosyal şartlar ve çevrenin baskın olduğu bir ortamda, uyulması gereken kurallar bütünü çerçevesinde en zor şey çocuk yetiştirmek…
Bizler çocuklarımızın neleri sevmesi gerektiği, yediği, içtiği, giydiğine karışarak onları eğitiyor muyuz, yoksa onların sahibi mi oluyoruz?
Ahlak… Hepimizin dilinde ama aslında üzerinde pek az düşündüğümüz bir kavram. Kimi zaman bireysel, kimi zaman toplumsal kurallar bütünü diye tanımlarız. Psikolojiye kulak verdiğimizdeyse insan zihninin kodları, davranış kalıpları olarak karşımıza çıkar.
Bir anne olarak şunu sık sık sorguluyorum: Çocuğun davranışlarının kökeni kendi içinden mi gelir, yoksa sosyal şartlar, sosyal çevre mi ona yön verir?
Bizim coğrafyamızda hâkim olan biat ve itaat kültürünü düşündüğümüzde cevap çok da zor değil. “İyi çocuk” yetişkinlerin isteklerine ve buyruklarına itaat eden, yetişkinlerin sözünü dinleyen, onların çizdiği sınırların dışına çıkmayan… “Kötü çocuk” ise kendi bildiğini yapandır.
Oysa çocuk kuralları çevresinden öğrenir. Buyrukları sorgulamadan uygular. Bu, tıpkı bir oyunun kurallarını hiç tartışmadan kabul edip oynamaya benzer. Ama mesele şudur: Çocuk oyunun kurallarını sorgulamayı öğrenmez ise kendi hayatının oyununda hiç söz hakkı olmayacak, kendi hayatının kurallarını hep başkası koyacaktır.
Çocuk sorgulayarak, eleştirel düşünerek kendi kurallarını, kendi karakterini oluşturmaya çalışır. Gelişim, bu sorgulamayla başlar. Eleştirel düşünce, yanlışla doğruyu ayıklamanın, karakter inşa etmenin ilk adımıdır. Bunun yolu da iyi bir eğitimden geçer.
Ama gelin görün ki, ülkemizin eğitim sistemi hâlâ bu seviyeye ulaşmış değil. Yıllardır yenilenen ama bir türlü köklü çözüme kavuşmayan, yamalı bohça misali bir sistemle çocuklarımızı hayata hazırlıyoruz. Değişim var ama gelişim yok.
Eğitim sisteminde olan eksiklik ve aksaklıklar, anne, baba, akraba ya da öğretmenin çocuğun ne yapacağına, hangi okulda hangi bölümü okuyacağına bile karar verebilir hale getirdi. Karar hakkı tamamen elinden alınan çocuk ‘’nasıl olsa benim adıma düşünen, karar veren birileri var’’ diyerek; güçsüzlüğünü, önemsizliğini, anlamsızlığını, gayretinin kayda değer olmadığını ve hiçbir anlam ifade etmediğini düşünüyor.
Peki şimdi soralım; hangi anne baba ne söylenirse koşulsuz itaat eden, kendi fikrini söylemeyen, okulda arka sıraya oturan, soruya parmak kaldırmayan, kalabalıkların arasında kaybolmuş, ezik, silik bir çocuğunun olmasını ister?
Elbette hiç kimse istemez…
Bunları istemiyorsak, çocuk özgür bir şekilde düşünmeli, önüne sunulan alternatiflerden birini seçmeli ve yapmalıdır. Burada önemli olan nokta, çocuğun duygu ve değerlerine sahip çıkarak kendini özgür hissetmesidir. Aynı özgürlüğün başka çocuklarda da olduğunu bilmeli, sorumluluk hissetmelidir. Kötü davranışın çirkin, iyi davranışı da güzel olduğunun farkına varmalı. Böylece çocuk hem içten hem de dıştan bir baskı unsuru olmadan kendi kişiliğini ve karakterini oluşturur.
O yüzden çocuklarımızın sahibi gibi davranmaktan vazgeçerek; Emredici, dayatmacı, buyurganlığın karanlığında kaybolmadan, sadece itaat etmeyi değil, düşünmeyi, sorgulamayı, kendi oyununun kuralını yazmayı öğretmeliyiz.
Çocuk, yalnızca kendi ailesinin değil, bütün toplumun ortak sorumluluğudur…